28 Ağustos 2017 Pazartesi

''Arap İhaneti''nin Aslı

''Araplar bize ihanet etti'' lakırdısı, milliyetçi Türk tarih yazımının en mühim ulus-devlet inşa argümanlarından bir tanesidir. Türkler; yüzlerce yıldır hakkaniyetle yönettikleri Arabistan'da, durup dururken, bir anda, topyekûn bir ihanet ve isyanla karşılaşmış, Arabistan bu sebeple kaybedilmiş ve düşmana yenilmeye sebep olmuştur. Zira Araplar, bu tür hareketlere meyyâl, nasipsiz bir ırk imiş ve Türklerin üstünlüğünü bir türlü anlayamamışlar. Yalan ve tezviratlarla dolu bu tarih yazımı, ne yazık ki binlerce gencin aklını bulandırıyor. Hâlbuki hiçbir şey durup dururken gerçekleşmez; ki, bu ''ihanet'' denilen şeyin ne kadarının gerçekleştiği, Osmanlı subaylarının kaçının Arabistan'ı düşmana peşkeş çekme isteği olduğu gibi hususlar da, bilerek bu tarih yazımının dışında bırakılmışlardır. Lakin, hakikatler elbet bir gün açığa çıkar.

Sultan Hâmid, 1882 senesinde çıkardığı bir kanunnâme ile Filistin'e Yahudi göçünü yasaklamıştı. Yahudiler, Filistin'e ancak resmî makamların verdiği bir tür vize ve özel müsaade ile muvakkat bir süre için gidebiliyor, dinî ziyaret maksadı dışında üç aydan fazla uzun müddetle Filistin'de bulunamıyorlardı. Üstelik, buralardan toprak satın almaları da yasaktı ve toprakların çoğu, padişahın hususî hazinesindeki tapu kayıtlarına kaydedilmişti. Lakin Sultan Hâmid devrinde de küçük rütbeli memurlara rüşvet vermek sûretiyle bu iş devam etti, Filistin'de her zaman Yahudiler bulundu ve çeşitli mıntıkalarda taşınmaz mal sahibi oldular.

Lakin 1908'de padişaha hâl edildiğini bildirmek için Yahudiler ve Hıristiyanlardan müteşekkil bir heyet tertip edecek kadar hayasızlaşan İttihadcı güruh başa geldiğinde, bu kanunu meriyetten kaldırdı ve bugünkü İsrail'in başkenti Tel Aviv, 1909 senesinde Yahudilerce kuruldu. Bu noktadan sonra Filistin'den yükselen çığlıklar, İstanbul'a değin ulaştı.

Osmanlı Mebusan Meclisi'ne Doğu'dan katılan, bilhassa Arap asıllı mebuslar, meselenin ciddiyetini kavradılar. Yahudilerin Filistin'e göçünün tehlikeli boyutlarda olduğunu fark etmişlerdi. 1911'deki bütçe görüşmeleri sırasında Dersim mebusu Lütfü Fikri ve Gümülcine mebusu İsmail Hakkı bu hususu sertçe tenkit ederek, İttihadcı hükûmeti siyonizmin pençesinde olmakla itham ederken, Yahudilerin bu coğrafyadaki emellerini gerçekleşmeden asla durmayacağını, gayelerinin Nil'den Fırat'a kadar uzanan bir imparatorluk olduğunu söylediler. Mayıs ayında Dahiliye Nezareti'nin bütçesi mütalaa edilirken, Ruhî el Halidî isimli vekil, hükûmeti siyonizme taviz vermekle suçladı. Ardından Şükrü el Aselî Bey söz alarak, ülkenin en stratejik noktalarının Yahudilere bilerek ve istenerek peşkeş çekildiğini vurguladı.

İçişleri bakanı olan, Yahudi ve mason Talat Paşa, Yahudilerin Hicaz hariç Osmanlı memleketinin her tarafından toprak sahibi olabileceğini, bunun ittihad-ı anasıra uygun düşen tek politika olduğunu söyleyerek, bu iddialara yanıt verdi ve mesele örtbas edildi. Bu noktadan sonra çeşitli Arap mebuslar, Mekke Emiri Şerif Hüseyin'e mektup yazarak, Arap ve İslâm haklarını müdafaa etmesini talep ettiler; zira onlara göre artık Osmanlılar bir İslâm Devleti hüviyetini yitirmiş, siyonizmin pençesinde, dine düşman bir güruhun esiri olmuşlardı. Bu sayede İttihadcı hükûmet, Arap milliyetçiliğinin fitilini kendi kendisine ateşledi.

Mekke Emiri Şerif Hüseyin. Şerif Hüseyin'in bir takım hırsları ve gizli emelleri Sultan Hâmid tarafından fark edildiğinden, İstanbul'a çağrılmış, kendisine mevki verilmiş, itibar görmüş fakat 18 yıl ''Mekke Emiri'' olma yönündeki tüm talepleri reddedilerek, İstanbul'da ikâmete mecbur tutulmuştur. Sultan Hâmid tahttan indirildiğinde, İttihâdcıların gözünde Sultan Hâmid'in sevmediği herkes çok muteber kişilikler olduğu için, bu adam Mekke Emirliğine tayin edilmiş; sonra İstanbul'la ters düşmüş, Cemal Paşa tarafından tehdit edilmiş, ardından İngilizlerle Türkler arasında kaldığı için en nihayetinde isyan etmiştir. Hâlbuki, bedevî kabilelerinin 1911'deki isyan girişimine mâni olduğu için Araplar arasında ''Türk Uşağı'' diye anılır olmuştu. (Bu isyan'ın adı ''Seyyid İdris İsyanı'' olup, Osmanlılar Urban adı verilen bu vahşi bedevî kabilelere para vererek isyanı bastırmaya muvaffak olmuşlardır). Parlamentoya da seçilen oğlu Faysal, pek çok hususta babasını dinlememiş ve Arap İsyanı sırasında iğrenç işler yaparak Türk askerlerini vahşice şehid etmiştir. Ardından babası oğlundan yüz çevirmiş ve pişmanlık, fakru zaruret içerisinde ölmüştür.
Artık Arap mebusların güvenmediği hükûmet icraatlarıyla devleti bir felakete doğru sürüklerken, Jön Türklerin başarısını gören Arap milleti de kendi içerisinden ''Jön Araplar''ını çıkardı. Mısır'da ve Suriye'de entelektüel dünyanın ve Batılı güçlerin çeşitli nimetlerinin keşfedildiği payitahtlar hüviyetindeki, İngiliz ve Fransız tazyikindeki Şam ve Kahire'de, bilhassa Hıristiyan, Nusayrî ve Şiî gibi çeşitli batıl itikadlara mensup Araplar arasında, İttihâd ve Terakki'nin seküler vizyonu alkış topluyordu. 1913'te eski bir İttihâdcı olan fakat Enver Paşa ile ters düşen Kafkas ve Arap asıllı Aziz Ali el Mısrî isimli bir subay tarafından Arap muhtariyeti yanlısı el-Ahd örgütü kuruldu. İttihâd ve Terakki'nin derdinin ''unsurların birliği'' politikasının bir paravan olduğu ve milliyetçi eğilimler taşıdığı belli olduktan sonra, Arap ittihâdcılar da kendi komitalarını kurdular. Bu örgütün gayesi bağımsızlıktan ziyade, Türk imparatorluğundaki Arap mıntıkalarını bir federasyonun müstakil bölgeleri gibi, büyük salâhiyetlerle kendi başına işleyebilecek eyaletler haline getirmekti. O dönemde Prens Sabahaddin'in BIS (British Intelligence Service) güdümündeki ''Teşebbüs-i Şahsî ve Adem-i Merkeziyet'' namındaki partisi de aynı düşünceyi müdafaa ediyordu, bu bakımdan el-Ahd örgütü, Britanya adına kullanışlı olabilirdi. Zira 1912'de de bu cemiyetin Kahire, Mısır şubesi; İngilizler eliyle bir Osmanlı bey ailesi olan Azımzâde Mehmed Şefik Müeyyed Paşa'ya ''La-Merkeziyye'' kurdurulmuştu. Bu hareket, bir merkezsizlik hareketi idi ve federasyonu müdafaa ediyordu.

En nihayetinde Mark Sykes, aradığı adamı buldu. Suriye valisi Cemal Paşa'nın Çanakkale'ye tayin ettiği fakat buradan firar eden, Musullu Arap asıllı Osmanlı teğmeni El Farukî adındaki biri, İngilizlere sığındı. Bu adam, aynı zamanda el Ahd isimli Arap örgütünün de üyesiydi. Bu örgüt Arap Yarımadasında İttihâdcıların hatalı stratejileri sonucu oldukça güçlenmişti; bu örgütün Şam'daki lideri olan Tümgeneral Yasin el Haşimî, 12. Tümen'in kumandanıydı. El-Ahd örgütü, bir zamanlar İTC'nin Osmanlı ordularında üslendiği ve kamufle olduğu gibi, aynı taktikleri izleyerek örgütlenmişti.

Aziz Ali el Mısrî. İttihâdcıydı. Balkan Savaşlarında harb etti. İTC liderliği ile bozuşunca, intikam almaya karar verdi, Arap milliyetçisi oldu.
Dolayısıyla, Suriye'ye karargâhını kuran Osmanlı IV. Ordusu kumandanı Cemal Paşa, bölgedeki Türk birliklerinin sayısının azlığını, bir isyan durumu halinde işlerinin yaş olacağını anladı. Kanal Harekâtı'nın başarısızlığa uğraması, bölgedeki Türk gücünü tamamen kırdı. Lakin Şerif Hüseyin, hala isyan etmemişti. Zira maksadı aslında isyan etmek değildi, canını kurtarmaktı. Fakat iki taraf da birbirine güvenmiyordu.

Şam'a geldiği ilk vakit Cemal Paşa Şam'daki Fransız Konsolosluğundaki belgelere el koydu ve tedkik ettirdi. Yapılan tahkikat neticesinde ileri gelen Suriye eşrafının harpten evvel, Fransa ile Osmanlı'nın savaşı kaybetmesi veya eski gücünü yitirmesi durumunda, Arap dünyasının ve Suriye'nin geleceğini tartıştığını, Azımzâde Paşa'nın Suriye Prensi olmak istediğini, Osmanlı imparatorluğunun yıkılması halinde yapılacak ıslahat programlarını ve Arapların bağımsızlık heveslerini büyük bir hayret ve nefretle gördü. Ona göre, kendileri dışında kimse milliyetçilik edemezdi. Bir isyan halini almamasına karşın, bu nefret ve korkuyla daha fazla yaşayamadı. Bir ''Divan-ı Harb'', yani yüksek mahkeme topladı ve kendileriyle alâkalı belge olanları mahkemeye verdi. Bu eşhas içerisinde Meclis-i Mebusan birinci Reis Vekili Ali Paşa (Büyük Cezayirli Mücahid Emir Abdülkadir'in torunu, kendisi suçsuz bulunmuş, fakat Cemal Paşa anılarında onun da hain olduğunu fakat dedesi hürmetine affettiğini yazmıştır) gibi itibarlı şahsiyetler vardı. 1915-1916'da cereyan eden bu davalar, lüzumsuz yere kaşınmıştı; çünkü hükûmet 1913'te umumî af ilan etmiş, bu yazışmalar da bu tarihten önce gerçekleşmişti. Henüz hiçbir ciddi isyan emaresinin olmadığı yerde bunlara nasihat etmek, iyi geçinmek veya ev hapsine almak lazım gelirken, kamuoyunu korkutmak için alelacele cezalar verilme yoluna gidilmiştir. Mahkeme, dört beş kişiye idam cezası vererek davayı kapatmak isterken, Cemal Paşa mahkeme heyetini azarlayarak, tüm şüphelileri idam ettireceğini, onlara düşenin bunu tasdik etmek olduğunu söyleyerek, onları tehdit etti. 1915'te asılan 11 kişinin üzerine, 21 kişi de Cemal'in baskıları sonucu 1916'da asıldı. Bunun sonucunda Şerif Hüseyin, sıranın kendisine geldiğini sezinleyerek 1916'nın yazına doğru isyan etti. O dönem IV. Orduda kurmaylık yapan Ali Fuad Paşa (Erden), kumandanını lüzumsuz idamlar yapmakla itham etmiştir ki, haksız da değildir.

İleride Mustafa Kemal'e Türkiye ile Suriye'nin birleşmesini teklif edecek olan Emir Şekip Arslan, Trablusgarb Harbi'nde Enver Paşa ile tanışarak İttihâdcı olan bir subaydı. Arap miliyetçisi değildi. Kanal Harekâtı'nda çeşitli birliklere komuta eden Arslan, 1915-16'da Cemal Paşa'nın yanında olan birisi olarak gözlemlerini yazmış ve bunlar basılmıştır. Cemal Paşa'nın öldürttüğü insanların pek çoğunun sadece aydın insanlar olduklarının, bunların iki üç tanesi haricinde vatana ihanet şöyle dursun, İTC'ye muhaliflik dışında bir suçları olmadığını; Cemal Paşa'nın mahkeme heyetini tehdit ettiğini; Cemal'in ve İTC'nin Arap yarımadasındaki demografiyi değiştirmeye çalıştığını, bu sebeple vergi veremeyen fakir Arapların evlerini yıkıp, bunları Anadolu'daki muhtelif mecralara sürdüğünü yazan (yaklaşık 5000 aile, o vakit çocuk ve ailedeki fert sayısının çokluğu göz önüne alınırsa, sürgünün on binlerce kişiyi kapsadığı realitesine ulaşılır) şahsiyet odur. Savaşın başında Beyrut'ta bulunan bürokrat Hüseyin Kazım Kadri de hatıralarında, koskoca bir kıtanın sırf Cemal Paşa'nın hataları sebebiyle elden gittiğini anlatır; ona göre Cemal'in zulümlerini anlatmak için, ciltler dolusu kitap dahi kâfi gelmez.

Şerif Hüseyin Paşa'nın isyanına katılanlar hemen hepsi, eski İttihâdcı Jön Arap subayları, Urban bedevî kabileleri ve Hıristiyan azınlıklardan müteşekkildir. Ardından gelen İbn-i Suud ise kendisine bağlı Vehhâbîler ile isyan etmiştir. Filistin'deki 1 küsür milyon Araptan Osmanlı askerine kurşun sıkan dahi olmazken, birkaç bin bedevîden müteşekkil kuvvetlerin Arapların tamamını temsil ettiğine niçin inanılıyor?

Şu vakte kadar yazdıklarımızı hülâsa edelim;

1) Arap isyanı denen olayın aslında çapı küçüktür ve parçalı bir harekettir, Arapların tümüne şâmil edilemez.

2) Arap isyanının çıkmasında İTC'nin ve bilhassa Cemal Paşa'nın yanlış, beceriksiz, kan dökücü politikalarının, negatif milliyetçiliklerinin büyük payı vardır.

3) Bu vak'a, Arap mebusların tüm uyarılarına ve ısrarlarına rağmen, işin başında önlem alınmaması sebebiyle çıkmıştır; hâlbuki mâni olunması mümkün idi.

4) Arap isyanı, 1908 Jön Türk darbesini örnek alan, eski İttihâdcı bir ''Jön Arap'' marifetidir, yoksa bir halk hareketi değildir.

5) İttihâdcıların pek çoğu, Arabistan'ı Osmanlı toprağı olarak görmüyordu. Örneğin Mustafa Kemal Paşa, Suriye'de ordu kumandanı iken, 27 Eylül 1918'de Arabistanlı Lawrence ile görüşmüş ve ona Faysal ile yaptığı görüşmede müşterek bir kanaate vardıklarını, burasının Arap toprağı olduğunu, Türk ordusunun burayı savunmayacağını söylemiş ve ordusunu Halep'e nakletmek niyetinde olduğunu belirtmişti. Ardından da Jön Arap dostu Fevzi el Kavukçu'ya ''Umarım siz Arapların da müstakil bir devleti olur'' demiş, ordusunun başında ricat etmeye başlamıştı.

Dolayısıyla, bu isyandan Müslümanların mes'ul tutulması bir Kemalist-İttihâdcı hezeyanıdır denilirse, yanlış söylenmiş olmaz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder